Sayfalar

15 Eylül 2011 Perşembe

BAŞLIK BULAMADIM BUNA..

Bir adam sevdim…


Başa sarıyorum; bir adama kör kütük, zil zurna, umutsuzca, umarsızca aşık oldum…

O adam hayatıma girdi ve ömrüme bedellendi (bilemiyorum, belki de yalnız bir operadaymışcasına tüm aşklarımı temize çektirdi)…

Nefesim oldu, en doğru ve yalın tanım bu olacak sanırım.

Ve ben inandım ki o adam da beni sevdi…

İnsan yaş –al/lan-dıkça bazı düşüncelerini değiştiriyordur belki de… belki de bir zamanlar sevgileri terazilerken insan, bir saatten sonra herkesin kendince duygularını kabullenmeyi öğreniyordur. Ama hayır; ben ümitsizlikten ya da öyle görmek istediğimden düşünmedim bunu hiç… Sevdiğim adamın beni hissettiğine inandım… Ve ne yalan söyleyim, öyle anlanması, bilinmesi kolay bir kadın da olamadım ne yazık ki. Ama yine de kendimi kandırmadan –biliyorum ki her ne kadar aşık olduğum adam da olsa- o bile bir yere kadar algılayabildi beni. Ve yine biliyorum ki, bu benim “şahane” bir kadın oluşumdan/olmayışımdan değil, erkek algısının bir yere kadar olduğundandır. Gerisi adam kısmı için teferruat, kadın kısmı için (olur da biri gerçekten anlarsa) ilahtır…

Ben bir adama aşık oldum… Çok zor bir aşktı ta en başından, ben bile bunu ilerledikçe öğrendim… Gizlenenler, sır tutulanlar, sonrasında benim sırrım olanlar, kendi tabularımı yıkanlar… Benim tabu saydıklarım, benim duvarlarımı yıkanlar… Direndiklerim… Ahh direndiklerim…

Bu yazıda yerleri yok –hayatımda bile parantez içi yer vermemişken-, yeri yok hiçbirinin…

Ben bir adam sevdim…

Ben bir adamı ömrümü verecek kadar değil, ömrümü sıfırlayacak kadar sevdim…

Ben bir adamı, onu tanıdıktan sonra tek nefes kaynağım olacak gibi sevdim… Yaşamasam anlamazdım, yaşamayan anlamadı… Ben bir adamı o olduğu için, onun yanında her şeyimle ben olduğum için sevdim… Ben o adamı; onca yaşayamayacaklarımızı umursamadan, yaşayacağımız minicik anlarla sevdim… Ben sadece bir adamı sevdim; bana verebileceği bir hayatta değil, benimle paylaşabileceği zamanlarında…

Ben o adamı, benimle “biz” olduğunda sevdim… Genele mal’olan “yanlış” larda, kimin doğru kimin hatalı olduğunun kayboluşlarında… Ben yargılardan uzaklaşıp; iki insanın birbirini olanca saflığıyla sevmesine tutuldum…

Kendime inat… Onlara inat… (aslında sadece anlayamayacak ya da kendi salak ölçülerinde ahlak ahkamları keserken onca yaşanan saçmalıklara inat)

Ben bir adam sevdim… Tüm yanlışlarımın beni götürdüğü, çoktan seçmeli bir sınav sorusunun yanlış kabul görünen doğru cevabı olsa da…

Asla doğru cevaba götürmeyen şaşırtmacalı şıkkı olsa da…

Şıklar içerisinde sadece cazibesiyle akıl çelen kalemi olsa da…

Ben bir adam sevdim… O benim 2,5 yıldır nefesim…

14 Ağustos 2011 Pazar

SALINCAKTA KİTAP OKUYAN KIZ

Buraya gelmeye başladığım zamanlar lisedeydim daha. Bizimkiler gözlerini karartıp "yazlık"lanmaya karar vermişler, sağa sola haber salmışlar, en son da birkaç arkadaşlarının kanlarına girmesiyle benim ve kardeşimin düşüncesiyle "allahın unuttuğu bu yerde" bir ev almışlardı.

Tanrım!.. Özellikle ilk 1-2 sene tam bir kabustu. Gündüzleri denizin dışında -ki ona da ayaklarınızı taşlarda parçalayarak girerdiniz- yapılabilecek hiç bir şeyin olmadığı, 1-2 ufak bakkal dışında tam bir mahrumiyet bölgesiydi. Çok dışa dönük çocuklar da değildik, zaten ortalık öyle bizim yaşımızdakilerle de kaynamıyordu. Olanlar da kalabalık 1-2 grupta toplanmışlar, yanlarına gidecek kadar yırtıklık yok bizde. Buradaki o günlerimiz sıkıntıdan başka bir şey anımsatmıyor bana şimdi...

Sanırım çok sevdiğim denizden sonraki ikinci eğlencem verandada sallanan kanepeye yayılıp kitap okumaktı. Burada zamanla tanışıp o zamanlardan beni görmüş arkadaşlarım "salıncakta kitap okuyan kız" takmışlar adımı, yıllar sonra öğrendim...

Zamanla insanlarla kaynaştık tabi, hatta 'altını üstüne getirdik buraların' diye devam etmeyi çok isterdim ancak tırnak içindeki kısım mümkün değildi elbette; az önce bahsettiğim sebeplerden. Hepi topu bir büfe vardı, bir de 3-5 masalı cafe. Sonradan canlı müzik falan yapılmaya başlandı, eski sevdiğimiz sahibini şutladılar, gözlerinde dolarları çok net görebileceğiniz bir aile geldi oturdu...

Her neyse... Üniversitenin ilk zamanları, bir kaç yaz gerçekten keyifli geçti burada. Hala yapılacak çok bir şey yoktu, belki o sayede daha çok konuşacak şeyimiz oldu. Yazlık arkadaşlarından çok güzel dostlarım oldu.

Ancak buranın balayı da bir yere kadarmış, kimimiz işe güce daldı, çoğumuz erkenden evlenip barklandı.. Yavaş yavaş azaldık yine, şimdi ilk senelerimizi aratmıyor durum...
Bense giderek azalan zamanlarda gelir oldum. Hiç gelemediğim de oldu, 3-5 günü zor ayırıp şöyle bir uğradığım da... Kimi kaçışlarımın ilk aklıma gelen rotasıydı, kiminde buradan kaçışlarımın yeri.

Bu sene vakitsiz geldim. Öyle, plansız, programsız.. Bir anda şehrim bana dar geldi, nefessizlendim, kaçmaya karar verdim. Bu sefer kaçtığımın ne olduğunun farkında da değilmişim. Kimse yoktu canımı sıkan, ne bıçağı sırtımdan çekmeye bile tenezzül etmemiş dost dediğim bir insan ne canımı yakan sevgili... Sadece, kaçasım geldi... Bir tek bilet bulabildim o kadar firmada, eve koşup bulduğum bir kaç parça giysiyi bir çantaya tıkıştırıp yola çıktım. Kendimce kaçtım, ya da "bir gece ansızın gittim"...

Sözüm ona 3 günlük olay 1 haftayı buldu. Annemin 3 günü duyunca gördüğüm ağlamaklı hali, ertelenen işlerim de bunda etken tabi. Garip bir hafta... Burada ilk geldiğim senelerden bir kaç şey dışında hiç bir farkı yok. Yine yalnızım, bu sefer insansızlık değil, insanlarlayken daha beter yüzüme çarpışı yalnızlığın.. Aynı anadilini konuşupta bu kadar anlamadığınız ve konuşsanız dahi onların sizi anlamanın yakınından bile geçmediği, yalnızlığın bu kadar acı yüzünüze çarptığı azdır... Bir dünya mekan açılmış oysa. Buranın bizi yarı kıskançlıkla hor görmeye hazır halkı şimdi yabancı yazlıkçıların en sıkı kankaları... Benimse yine sadece denizim var, yine sonrasında kitaplarım -buraya gelirken 3 gün bile olsa 3 haftalık kitap getiririm hala-...

Ama...
Salıncağım yok artık, bizimkiler paslandığı için atmışlar.. Şimdi onca yıldır yüzüne bakıp çatıdan indirmeye bile tenezzül etmediğimiz şezlonga kurulup okuyorum kitabımı... Buradaki -şehrimde de en yakınım olan- dostlarım bir garip küskünlükte bana. Onlarsız burayı saymazdım, şimdi kendi şehrimde bile yabancılaşmışım... Bunu burada farkettim, daha da bir yalnızlandım.
Denizim sadece deniz olmaktan çıktı, gözlerim derinlere daldığında, düşünmekten kaçındığım şeyler üşüşür oldu aklıma geldiğim günden beri. Kovamıyorum, kovalayamıyorum; beynimin karanlıklarına gömdüğümü sandıklarım teker teker gelip soruyorlar kendilerince hesaplarını acımasızca. Oysa ben kaçmıştım buraya? Sığınmaya gelmiştim hani?...
Hani kimseden kaçmamıştım? Kendimmişim bu sefer kaygım, o kadar klişe bir şey olmasına rağmen ben anlamamışım...
Ben, beni rahat bırakamadım... Ben burada ilk kez hiç huzur bulamadım. Yanlış anlaşılmasın, sıkılmak başkadır, huzur başka... Aralarında epi topu 3 dakikalık bir yürüyüş mesafesindeki sahil ve ev dışında hiç bir yere gitmedim. Beynimdeki kemirgenler öyle yüzsüz çıktılar ki, ne denize girmek istedim, ne girdiğimde çıkmak. Ne evden çıkasım geldi, ne çıktığımda dönmek... Bu sefer şezlongunda  kitap okuyan kadın -sanırım buradaki yerliler hala evlenmediğim için kendilerince yarı acıyarak bu şekilde değiştirmişlerdir adımı- olarak kaçabildim sadece kendimden, kemirgenlerimden... Kalan zamanlar öylesine mutsuz, huzursuz, kendi geç kalmış soruları içinde, sorgularında boğulan, olur olmaz ağlamaklı olan, ama onu bile başaramayan...

Şezlongunda kitap okuyan kadın... Annem bile zamanında merhabam olduğundan aşağı yukarı aynı yaşta olduğumuzu bildiğim insanlar hakkında bir şey diyecekken; "şu kadın", "bak bu da burada yaşlandı" gibisinden cümleler kurduğuna göre yaşlanmışım...

22 Haziran 2011 Çarşamba

ÜZME BENİ

"en başından biliyor-d-um, kapılır giderim sana; belki ondan seninle birlikte beynimin içinde tehlike çanlarının durmaksızın çalması. tuttum, tutuyorum ya da tutmaya çalışıyorum diyelim kendimi, ama yürüyüp giderken birilerinin kolumu yakalayıp gözlerimin içine söylediği 'sakın'lara kulak asamıyorum işte. ben biliyorum, bile bile ladeslerimden olduğunu, bir türlü akıllanıp uslanamadığımı şu hayatta, dipnotları ancak teoride becerebildiğimi... küçük aşkların altına yazılması gereken bir adamın giderek içimde köklendiğini... ve en kötüsü; iyi bilirim senin gibileri...


altyazıları söyleyemiyorum henüz, sen yalnızca...

sen sadece...

beni üzme"dir...

12.04.2009 04:51
.....
 
... diye yazmışım yukarıdaki tarihte, ekşiye... ve unutup gitmişim bugüne kadar...
 
bir başka vaktin hikayesini araya karıştırıp bulandırmayacağım. tek hatırladığım kalbimin mengenede sıkıştırılıp parçalanmaya çalışıldığı bir vakitte bir adama rastladığım; takatsizliğimden, güvensizliğimden, daha bir sürü sebepten uzak durmaya çalışıp yine de beceremediğim, bunu nihayetinde kabullendiğim günün sonunda ona, ayrılırken  yalvarırcasına kurduğum kısacık, 2 kelimelik bir cümleydi; "üzme beni"...
 
bugün içimdeki eski yaraların yalnızca minicik izleri kalmışken, zamanında beni o kanırtan adamın; utanmadan karşıma yakın vakitlerde tekrar çıkıp dikilen adamın/adam saydığımın/sandığımın haberini aldığımdaki vurdumduymazlığıma hala hafifde olsa şaşkınlığımda aklıma düştü o cümle; "üzme beni"...
 
hala bile bile ladesimken yukarıdaki yazıda bahsedilen adam, 2 seneden fazla geçmişken üstünden benim o kısacık cümlemin...
o hala en sevdiğim...
gözümdeki ışık, gözündeki ışığı sevdiğim...
artık aşkının yanına şefkatini ekleyen
ve hala sarıldığında içimin titrediği...
birinin her şeyiyle "kadını" olmaktan ilk yüksünmediğim...
benimle durulan, beni coşturan...
gücümden alınmayıp sessizce, sezdirmeden ilk kez bana güç katan...
hala aşkla bakan
hala aşkımı ateşle tutan...
o gece verdiği sözü tutan sevgilim...
 
bugün aldığım haberden sonra şükrettim... iyi ki o yanlışlara denk getirmiş beni tanrım, iyi ki vurmuşum o vakitler en sağlamından dibe; sen beni sıkıca tutasın diyeymiş....
sevgilim...
ben bu gece, ilk kez can-ı yürekten senden önceki yaralarımın sahiplerini affettim...
 
 
 

17 Şubat 2011 Perşembe

ESMERİN HİKAYESİ

İlk görüşte aşkla başlıyor bu hikaye. Daha birbirlerini ilk görüp tanıştıkları akşam kadın biliyor; "bu adama kapılırsam sonum fena". Kiminde tesadüfler, kiminde tesadüfmüş gibilerle bir hafta içinde sık sık karşılaşıp biraraya geliyorlar.
Kadın yanılmıyor, tutulup gidiyor büyülenmiş bir halde. Ama yine de temkinli, frenliyor kendini insanüstü bir güçle adama belli etmemek için. Sorular var kafasında, çekinceler, önceki hayal kırıklıklarından hala uykudan önce çektiği sızılar... Adamın yaşça büyüklüğünü kendine engel koyuyor hesapta. Az bir sorup soruşturuyor çevresindeki insanlardan. İlk duyduğuyla çok duyduğu aynı hepsinden; "çok iyi ve sevilen bir adamdır camiada ama müthiş çapkındır, dikkat et". Araya mesafe koyuyor kadın, çekiyor kendini ortalıktan. Adam durmuyor kadının koyduğu setleri aşana dek. Görüşmeler başlıyor bu sefer randevulu, ama sakin, acelesiz... Kadın kendine anlatılan o kurt adamı göremiyor hiç, adamın herhangi bir hamlesinde kadının kurduğu bir cümle sus pus yapıyor; mücadele yok, üstüne atlama yok, hiçbir konuda taciz yok... Hayır, adam gerçekten kurt değil...

Böyle böyle kapılıp gidiyorlar birbirlerine ve bir gün setlerini kaldırıyor kadın, evet diyor budur benim sevgilim... Adamın çağırdığı bir organizasyona gidiyor bir akşam... İlk kez yakınlaşıyorlar o kadar. Birara kadın masadan kalktığında bir adam tutuyor kolunu "bak o adamı çok severim, ama seninde yerin başkadır. tek bir şey diyeceğim sana, o adamdan uzak dur". Kadın neye uğradığını anlamıyor. Bir koluna bakıyor bir adama. "kızım" diyor,"adam evli"... Bizim esmer ne yapacağını şaşırıyor, dönüyor masasına... Çoktan aşık olduğu adam yine yakınlaşma çabasında. Kadın hala inanmak istemiyor az önce duyduğuna. Yüzlerinin arasında bir karış kalmışken, ilk kez öpülmeden önce gözlerini adamın gözlerine dikip soruyor "ne olur bana evli olmadığını söyle". "değilim" diyor. "evli olmadığını söyle ama bu yalan olmasın"... "Evliyim"...

"O zaman benim yanımda ne işin var"la başlıyor kadın. Kaçacağını anlıyor adam. Çok kötü, sürmeyen bir evlilik vs... Evli bir adam ne anlatacaksa işte...
Sonrasında bir kaçma kovalama, ayrı durmaya çalışma süreci başlıyor. İnanırız inanmayız o ayrı da, aşkları galip geliyor. Adamın "kötü evliliği"nin yalan olmadığını anlıyor kadın. Evine bile uğramayan, telefonu çalmayan, kırk yıl düşünse evli olduğunu anlamayacağı bir adam. Bir başka adamla tatile çıkıp haftalarca dönmeyen karısı... Kafası karman çorman, kendi doğrularından fazlasıyla sapmış bir esmer...

Bu karman çormanlığın ortasında güzel bir aşk başlıyor ama. Onca huzursuzluğun içinde onlardaki huzur neydi bilmiyorum hala. Beraberlikleri iki bekar insanınkinden farksız...
Ama...
Nikah cüzdanına sahip olan kadın durumu farkediyor çok geçmeden. Gitsin kimle yatarsa yatsın diye umursamadığı kocası birden kıymetleniyor. Kocası eve gelmedikçe rahat edip kendi hayatınının keyfine bakan kadın adamı artık evde tutmak, "öteki"nden uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymuyor. İlk olarak o parasızlıkta lüks bir spor salonuna yazdırıyor adamı, kesmiyor hayatı boyunca hep kendi işini yapmış adama bir yerde bir iş buluyor ille para lazım diyerek. Bakıyor o da olmadı, kocası esmerden vazgeçmiyor, adamı işten attırıyor. Ne tesadüftür ki hemen ardından yurtdışından yeni bir iş buluyor. Adamın nerede ne yapıyor ve hatta kimle yatıyor olduğu umurunda değil, tek ki esmerden ayrılsın, tapusu kendinde kalsın.

Hayır adam son dakikada gitmedi. Hayır olay hiçbir zaman ortaya da dökülmedi. Esmerle adam hala beraberler, 2 seneye yaklaşmış olmalı. İlişkilerini o camiada herkes bildi. İşin enteresanı magazin değerini de hiç yitirmedi. Bir kadının "onun karısı olmayacağım ama boşamayacağımda" inadından ne kendi yeni bir hayat kurabildi, ne adam iki arada kalmaktan kurtulabildi, ne de esmer kendine yapıştırılan yaftadan sıyrılabildi...

16 Şubat 2011 Çarşamba

BU SEFER DE ÖTEKİnin ANISINDAN...

Bir kadın yaklaşıyor kalabalığı yararak diğerine; "nerelerdesin sen" diye sarılıyor ötekine. Özlemişler birbirlerini, söylediklerine göre hani şu 40 yılda bir görüşüp, çok derinlerdeki sırları sadece kendilerine saklayıp yine de birbirlerini bilip sevenlerden. İki hoşbeşin ardından etraflarındaki kulaklardan rahat edemeyip ayrılıyorlar...

Hiç konuşup anlaşmadan birbirlerinin sigara molasını kolluyorlar... Kapı ağızında paltolarına sarmalanıp tüttürülen sigaraların eşliğinde diğer insanlara duyurmama çabası içerisinde birbirlerine son dönem ayıpçıl fıkralardan anlatıp kahkahaları patlatıyorlar... Etrafın tenhalaşmasıyla rahatlıyor, esas konulara geliyorlar...

"Bak" diyor sarışın olan; "Biliyorum çok uzun değildir tanışıklığımız. Ama başkasındır sen bende; öyle bir geldin ki buralara, ve her şeye inat kendini o kadar güzel korudun ve hiç bozmadın ki, çok seviyorum seni". Esmer olan da onu seviyor, hatun kişinin duruşunu, sadeliğini, kadınsal kapris ve kıskançlıklardan nasiplenmemiş kadınlığını... Ama duyduğu sözler donduruyor dilini, elini... Yaşadığı sözüm ona 'yasak' ilişkisindeki mahçubiyeti bağlıyor her şeyini. Müthiş bir minnet içinde sadece... Ve en nihayetinde bir başka kadın tarafından anlaşılmanın huzuru...

Konuşmanın gerisi esmer olanın arkasından konuşulanlar... O da biliyor... Sarışın olan bunların içeriğine hiç değinmeden onun yaşadığını savunuyor, ağzı torba olmayanlarla girdiği çekişmeleri anlatıyor dil ucuyla onun için....

Sonrasında esmer hatun bana; "çok kıymetliydi onun söyledikleri" diyor. O kadından kat be kat fazla tanışıklığı olanlar canına okumuşlar öncesinde. "bak senin iyiliğin için konuşuyorum" diyip hakarete varan konuşmalarla sonlandırmışlar muhabbeti. "oysa ki ben ne kimsenin özeline karışıp yargılardım, ne de kendimi anlatıp paylaşırdım. onlara neydi ki... ve en önemlisi, benim yaşadığım aşk hakkında ne bileceklerdi ki" diyor çaresizce...

Bir adama aşık olmuş, sonrasında evli olduğunu öğrenmiş. Uzaklaşmaya çalışmış, geri çekmiş kendini. Adam da o da mücadele etmişler uzunca bir zaman ayrı durmak için. yapamamışlar... Bitmiş ama formalitede süren bir evliliği sürdüren adamdan kopamamış kadın. O karısını öğrenmiş, karısı onu öğrenmiş. Zaten kocasını bırakmış gitmiş yıllar önce, gitsin ne hali varsa görsün diyerek. Aynı evin içinde başka hayatlar kurulmuş. Tek ki tapusu bende olsun, ama benden uzak olsun diyen bir kadın!... Benim şahsen aklım almıyor (evet taraf oldum bu hikayede)...

Her neyse...
Öteki dediğimiz kadın hatırı sayılır bir camianın içinde. Adamla da burada tanışıyor. Adam kuruculardan... Herkes tanıyor... Öyle olunca ne kadar saklamaya çalışsalar da olmuyor, herkes durumun farkında. Adama saygı ya da laf edilemezlikten tüm fatura sevgilisine kesiliyor. Bizim esmer belki farkında değil, belki düşünmek bile istemiyor ama muhtemelen arkasından o adamın sevgilisi değil metresi diye anılıyor. Oysa ki on parmağındaki on karayı birilerine bulamadan evvel bir düşünmek gerek; bir adamın metresi olmak için o adamın evli olması değildir ön koşul. O kadının birlikte olduğu erkeğe sevgi ve aşkla değil, parayla, pulla ya da bir şekilde kariyer olasılığıyla kısacası bir menfaatle bağlı olması gerekir.

Bir kadının, her kim olursa olsun; evli bekar, zengin yoksul, çirkin yakışıklı; bir erkekten hiçbir çıkarı yoksa.... Ve hatta bu ilişki o kadından bir sürü şey alıp götürüyorsa...
O kadın her şeye rağmen dimdik bir şekilde hala o adamın yanında ve aşkının arkasında sapasağlam duruyorsa....
Onu mutlu eden yegane şey sadece o adamla yanyana olmaksa...
Kimse kusura bakmasın; o aşktır.

14 Şubat 2011 Pazartesi

14 ŞUBAT X 15 IZDIRABI

Bugün, "bugün"den nefret etmeye başlamamın tam 15. yıldönümü.
Daha öncesinde bir anlam ifade etmezdi. İlk kez 15 yıl önce heveslenmişim, ilk sevgilim o zaman olmuş demek, o da zaten elimde patlamış. Kötü geçtiğinden falan değil, geçmemişti. O gün geçmek bilmemişti. Ben akşama kadar telefon beklemiştim sevgilim olacak hayvandan. En nihayetinde bir ara aramış, "günün kutlu olsun" diyip işinin olduğunu söylemişti. Daha sonra kutlarmışız, ne olacakmış...
15 sene önce bugün ben, böyle özel günlere dair beklentinin insanı en az 1 yıl yaşlandırdığını öğrendim...

O 14 şubattan sonra biraraya gelinip kutlanamamış sevgililer günü mü ararsın, "babamla kavga ettik ancak 2 saatliğine izin alabildim" diye gelen sünepeler mi istersin, trafikten bunalıp "aşkım biz en iyisi bundan sonra 15 şubatta kutlayalım" diyen öküzler mi? Ya da pek bir önem verdiği "iş"i gereği yemeğimizi yarıda kesip, doğalgazı bitmiş birinin evine gidip sorunu çözmeye çalışmasını mı?... Tek bir kere nefisti, onda da hiç ümidim yokken adam hakkaten o günü zul görmeyip beni mutlu etmek istedi. Gerisi demin anlattığım gibi...

Kısacası ben bu lanet sevgililer gününden nefret edeli çok zaman oldu.
Oysa ki hiç öyle lüks yemek, buket buket çiçek, çikolata falan gibi beklentilerim de olmamıştı. Tek ki sevdiğim yanımda olsun, ama o da bunu istediği için var olsun. Sıkıntı orada çünkü. 14 şubat yaklaştıkça erkekleri bi paniktir alıyor. Adamlar resmen kinleniyor o gün sevgililerine, düşman gibi görüyorlar. Bir sap gül çok geliyor kimine, kimi de şov yapar gibi çelenk moduna bürünüp gerisini koyver gitsin moduna geçiyor. Neyse...

Ben bugünü kutlamayalı da çok olmuş... Geçen sene yine aynı adamla beraberdim ama görüşemedik. Kötü bir güne mi geliyordu, bi terslik mi vardı hiç hatırlamıyorum bile. Ne beklentiye girmişim ne de üzüldüm açıkçası. Bu senede öyle olur diyordum, öyle sanıyordum daha doğrusu. Ama olmadı. Artık tesadüfi mi, yoksa kendimi mi kandırmışım bilmiyorum sabah kuaföre gitmek zorunda kaldım. E madem gittim, bari doğru düzgün giyineyim dedim. Ofise geldim bir baktım aynada kendime yüzüm solgun, hadi bi de makyaj...

Şimdi resmen oturdum sevgilimden haber bekliyorum. Adamdan daha çıt yok. Saatler ilerledikçe geriliyorum, gerildikçe onu da germe potansiyelim artıyor.
Bugünü sağ sağlim atlatalım da bi geçsin diye bekleyip duruyorum...

ps: yazıyı birtirdim tam yolluyordum şimdi, aradı. akşam biraz sakat ama bir saate yanındayım diyor. buna da şükür!
ps2:ben buna da şükür dedikçe bu adamlar tepeme çıkıp ağzımın ortasına salıncak kuruyor!...



3 Şubat 2011 Perşembe

ONA YAR ETMEM!

Yirmilerinin sonlarında bir kız ve ellilerinin başlarında bir adam. İki senelik bir ilişkileri var. Aynı evde yaşıyorlar. Adam ortamlarda kızı "eşim" olarak tanıştırıyor arkadaşlarına. Kıza göre evlenecekler, ancak adamın düzenli bir işi yok; para pul mevzuları.Adamdan bu konuya dair hiç bir şey duymuyoruz...

Son haftalara kadar görünen bir sıkıntı yok, mutlu mesut devam ediyorlar hayatlarına. Ama ne oluyorsa oluyor bir buluttan nem ortaya çıkıyor. Didişmeler peşinden... Kızda bir kıskançlıktır başlıyor bu arada.

Bir gün öğle vakti kızın içi rahat etmiyor, diyor eve gideyim şununla bir konuşayım. Bekleyemiyor akşamı, koşa koşa gidiyor. Kapıyı açtığında içerideki seslerden çok kanepenin üstündeki çanta dikkatini çekiyor, yatak odasında da basıyor bir kızla.
Tabi şok bu değil, ne de olsa alıştık artık di mi böyle baskınlara, ne acı... Kız neler oluyor demeye kalmadan adam üste çıkıyor "senin ne işin var burda" diye. Tekme tokat birbirlerine giriyor iki sevgili, adam ne orospuluğunu bırakıyor bunun ne diğer kızı oradan uzaklaştırıyor.

Aldatılan hatunun koşarak ilk yaptığı internetten bütün ortak tanıdıklarına durumu diğer kızın adı da dahil olmak üzere duyurmak oluyor. Müthiş bir karalama, herkese anlatma duyurma kampanyası devamında... E haksız mı diyor insan. Belki tepkileri farklı olur herkesin, kimi bağıra bağıra kimi içini kanırta kanırta yaşar. Bu hatunun da yaşadığı kolay değil, etrafındakilere teselliden başka yapabilecek pek bir şey düşmüyor.

Olayın tam 3. gününde barışıyor kız, söylediği "bunca zamandır o kadar emeğim var, o kıza yar etmiycem". Dönüyor evine. Ama bir yandan hazmedemiyor olayı. Adamın yüzüne gülüyor çoğu zaman, "aşkım bebeğim"ler havada uçuşuyor, ama o yatakta da uyuyamıyor işte. Sağda solda önüne gelene anlatmaya devam ediyor, bir yandan diğer kadına giderse adam diye korkusundan ölüyor. Adamın o sıralarda arkadaşlarına yakınışı "böyle bir olaydan sonra biraraya gelemeyiz dedim, dinletemedim. söz verdi unutucam, hiç lafını bile açmıycam diye. ayrılmayı kabul ettiremedim ama şimdi bak hala sürekli olay çıkartıyor" Haklı mı? Haklı demek vicdan ister ama söylediklerine de yanlış demek ne kadar doğru bilemiyorum...

Olmuyor, kız dayanamıyor. Ayırıyor evini, ayrılıcam kaldıramıyorum diyor... Bir hafta on gün o telaşla fena gitmiyor işler. Ama yine de içi rahat değil, adamın gidebileceği her mekanı, görebilecek herkesi her gün arayıp tek tek soruyor o kızla hala görüşüp görüşmediğini...

Evler ayrılıyor... Ama olaydan bir süre sonra tekrar birlikte olmaya başlıyorlar. Kız ne unutuyor, ne unutturuyor. Hala öteki hatunun peşinde, dedektiflik yapıp duruyor. En son "onunla olmasın da, kiminle yatarsa gidip yatsın" diyordu...

1 Şubat 2011 Salı

KİMMİŞ BURADA ALDATILAN?

Birinci hikayemiz ilk görüşte aşkla başlıyor.

Kızla erkek birbirlerini ilk gördükleri akşamda başlıyorlar serüvenlerine. Aşkta aşk; hani eline yapışan telefonlar, günde kırk kere msg biplemeleri, bir gün görüşülemezse karalar bağlamalar, midede kelebekler...
Öyle 3-5 ayda normalleşmiyorlarda, aşık aşık gidiyo ilişki. Hatta iki tarafın aileleri düğün tarihi bekler oluyor.

Neyse uzatmayım, 2. sene durumlar değişiyor, sonlarına doğru da adamda bir kopuş başlıyor. Bahanesi aldatan her 10 erkekten 9u ne derse o; "e hayatım işler çok yoğun, yine akşam geç çıkıcam ben"... Eee, kız ne desin? İçten içe kemiren kurtlarıyla başbaşa oturup duruyor. Hayır adam da maço dediklerimizden, kendi yoksa kız öyle çıksın gezsin, arkadaşlarıyla buluşsun falan yok kitabında. Ancak işlerin yoğun olmadığı günlerini bekliyor sevgilisinin giderek sabrı tükene tükene. Ve bir gün o toplantı akşamlarından birinin ertesinde bir arkadaşından telefon geliyor, şöyle bir hatunla şurada görülmüş. Hatta adam gayet tanıştırmış yanındaki kızı rahatça. Sinirler geriliyor, kız adamın yüzüne çarpacak yalanını; ama minareyi çalanın kılıfı hazırlayacağını o sinirle düşünemiyor. Adam pek tabi ki zeytinyağı kıvamında üste çıktığı gibi kızın canına okuyor.

Çiftimiz o yüzden olmasa da giderek yıpranan ilişkilerini bitiriyorlar. Kız birkaç ay sonra adamın yeni sevgilisini haber alıyor. Önceki kızın tarifine uysa da, neyin ne olduğunu bilmesi mümkün değil, adama soracak hali de yok. Bırakıyor işin peşini...

Ayrıldıktan 1.5 sene sonra bir yerde karşılaşıyorlar. Öyle kavga dövüş biten aşklardan değilmiş onlarınki, görür görmez sarılıyorlar birbirlerine sımsıkı. Ayaküstü iki sohbet, lafın gelişi "görüşürüz" diyerek ayrılıyorlar. Ve klasik hikaye, sessizlik bozuluyor. Adam önce msg, sonra internet konuşmaya, geçmişin günahını çıkartmaya başlıyor. Onunla geçen her saniyeyi özlediğini, onun kıymetlisi olduğunu... İşte zamanında bir adama kör kütük aşık olmuş bir kadını hangi cümleler ayartabilirse onları sıralayıp duruyor günlerce... İlla görüşelim diyor, kızın yelkenler bir süre sonra düşüyor. Gün ayarlanıyor.

İlkinde adamın bir işi çıkıyor, yalvar yakar özürler yeni gün için sözler. Ama kız ayılıyor biraz, son 2 randevuya da son dakikada gitmekten vazgeçip erteliyor, yeniden ona kapılacağı korkusuyla... Adam müthiş anlayışlı, "tamam bebeğim, sen kendini üzme, şu gün uygunsan o zaman buluşuruz" çözümlerinde. Korkuyor hatun, bir kez görüştüklerinde herşey yeniden başlayacak...

Böyle geçen 1-1.5 ayın sonunda birden sesi kesiliyor adamın, 2 hafta kayboluyor ortadan. Bir sabah gelen telefonla o gün adamın düğününün olacağını öğreniyor kız. Söylemeye gerek yok, hali perişan... Gelin hanım da kendinden hemen sonra çıkmaya başladığı kız, meğer hala beraberlermiş...

Aradan 2 hafta daha geçiyor. Adam pişkin, hiç bir şey olmamış gibi arıyor. Kız hayırlı olsun dediğinde kem kümler.. Görüşelim anlatıcam diyor, ama bu sefer hemen buluşucaz yoksa biliyorum yine ekeceksin beni... Buluşuyorlar, binbir özür dışında tabi ki anlatmıyor adam.

Bu ilk buluşmaları oluyor yıllar sonra. Peşinden 2.si, 3.sü geliyor... Ama kız adamın sevgilisi olmuyor. Yıllar önce onu elde etmek için göstermediği çabayı o zaman göstermek heyecanlandırıyor adamı belki, bilemem. Herhalde kız da neler kaçırdığını adamın gözüne sokmak istiyor. Sevgiliyken başbaşa geçiremedikleri 14 şubatı birlikte kutluyorlar yemekli şaraplı, o senelerde almadığı hediyeleri alıyor adam kadına.
Bu arada kadının karşısına adamın eski dostları, kendinden hemen sonraki yeni arkadaşları, zilyon tane alakasız insan çıkıyor ve artık biliyor; adamın karısı zamanında kendini aldattığı o cafedeki kız.

Ne yeni evliyken vazgeçiyor adam kadından, ne bebeğini kucağına aldığında... Bir gün kadın adamın karşısına dikilip "ben aşık oldum" diyor...

Perde kapanıp SON yazısı çıkmadan önce adamın gözlerinde kadın ilk kez acı görüyor...

Çizmeli Kedi'nin dipnotu: Bu yazının şarkısı şurda:
                                                                        "unut beni"

30 Ocak 2011 Pazar

ALDATMAK - ALDATTIRMAK

İki noktadan geçen dosdoğru bir doğru olması gerekirken aşk, işin içine üçüncü bir noktanın dahil olmasıyla meydana gelen üçgen diyebilir miyiz buna en basitinden? Bilmiyorum. Muhtemelen herkes gibi bende şu ana kadar defalarca farklı tanımını yapmışımdır aldatmanın. Şimdi ekşi sözlüğü açıpta bakmaya üşendim açıkçası ama muhtemelen az önce kurduğum cümleden farklıdır. Çünkü...

Çünkü zamanla insanın düşünceleri değişiyor demeyeceğim. Galiba olan değişim yaşadıklarınla paralel; gün geliyor boynuzlarını parlatırken aynanın karşısında, aldatana da "öteki"ne de lanetler savururken öyle bir zaman geliyor ki öteki sen oluyorsun farkında bile olmadan. Veya artık sürükleyemediğin bir ilişkinin çıkmazındayken saçlarının renginin tenine ne kadar uyduğunu söyleyen bir adamı uykudan önce masallarının beyaz atlısı yapıveriyorsun...

Bu yazıda ya da bundan sonraki birkaçında anlatacaklarım bir şekilde yakınımda yaşanmış, ucu belki bana dokunmuş veya teğet geçmiş, kiminde figüran kiminde aslolanlardan olduğum hikayeler. Tek ortak noktaları aldatmak... ama...

Ama bu sefer meraktan olacak yazdıklarım. Çünkü artık ben kavramları gerçekten şaşırdım. Aldatan taraf mı var yoksa baştan çıkaran mı? Yoksa aldattıran, buna düpedüz çanak tutan mı? İlk ikisi çok klasik artıkda, ben şu aralar bu üçüncü, sözümona mağdur kişiyi de ciddi ciddi düşünmekte ve dürüstlüğünü sorgulamaktayım... Ve şimdiden itiraf ediyorum, sorguladıklarım daha çok kadınlar olacak...

Hikayeler başlayana kadar düşünelim bakalım; sevgilisinin-kocasının aldattığını öğrendiğiniz bir kadına bunu söyler misiniz? Ya da, her kadına bunu söyler misiniz?..."Öteki" denen kadın her zaman orospunun önde gideni midir?... Bir kadın sevgilisini-kocasını aldatıyorsa ve bu sizin arkadaşınızsa ne tepki gösterirsiniz? Asıl soru; aldatmakta kadınla erkek neden bu kadar farklı?

Uyumuycam, hadi sen başla ;) blogdaki ilk mim sana olsun...
Bende yavaştan hikayelere başlayım Mehmet Coşkundeniz alınmazsa :P

3 Ocak 2011 Pazartesi

BİR YILBAŞI HİKAYESİ

Bana sorulmayacak sorulardan birisidir; her yıl aralık ayı gelir ve herkes "naber "in ardından "eee bu yılbaşında ne yapıyorsun" cümlesini illa ki en azından bir kez kurar. Cevabım değişmez "bilmiyorum"... Hakkaten bilmem de...

Yılbaşından hemen 1 hafta öncesi doğum günüm. O daha önemlidir, önce onu halletmeliyimdir. Hoş onun da programı son bir kaç gün öncesine kadar belli olmaz ama en azından yeni yıldan çok daha hallicedir. Aslında bunun sebebinin çocukluğumda ikisinin aile içinde beraberce kutlanması, bir anlamda çocuğun doğumgününü hazır biraraya gelmişken aradan çıkartalım dediklerini düşündüğümden kaynaklandığını sandım uzun zaman. Bu yılbaşına kadar çok şey sandım evet, yılbaşı geldikçe huzursuzlanmamın, programsızlaşmamın, içime afakanlar basmasının sebebini...

Üniversite yıllarımda ve sonrasında hep dışarı attım kendimi. Dışarı dediysem yine çoğunlukla birilerinin evinde gırgır şamata. Yine de bende dinmeyen bir huzursuzluk... Son 3 senedir ağırlığı kendi evim aldı, çıkacaksam da 12 den sonra gezdim dışarlarda. Bu seneye kadar...
Bu yıl evden dışarı atmadım adımımı; ve hatta pijamalarımı zahmet edip değiştirmedim bile. Yeni seneye gireceğimizi tek gösteren annemin bütün gün özenerek kurduğu sofraydı. Bir de herkesin ayrı bir odada tv ya da bilgisayar başında değil, salonda beraber geçirmeye özen gösterdiği saatler. TV de ne zamandır yılbaşı programı hazırlanmıyor, onu bilemiyorum. O eskiden hatırladığımız eğlence programlarının yerini her kanalın hit alan dizisinin yılbaşı çekimi almış. Umudu kestik, tombalayı bulamadık, okeyin otur-tul-duk başına (kardeşim ve ben ıstaka zoruyla). Neyse uzatmayım, artık 12 yi çoktan geçmişken bi annemle ben kaldık salonda, açtık TRTyi. Adamlarında aklı başına o saatte gelmiş sanki, asıl programı gecenin 3üne koymuşlar. 70lerden bu yıla yılbaşı programlarından seçme yapmışlar. İzlemeye başladık...

İzlerken eski yeni yıl gecelerini düşünmeye başlamışım. Ama bir kopukluk var. 18imi 1 hafta öncesinde doldurduğum yılbaşının gerisine gidemiyorum. İlerisi zaten tatsız tuzsuz ve illa ki hep huzursuz da, öncesinden bir kaç sahne dışında hiç bir şey hatırlamıyorum!..

Üniversiteye hazırlanıyordum o yıl, 2. girişim olacaktı. Saplantı derecesinde tek meslek istediğimden, bizimkilerinde tutmazsa bir seneyi daha gözden çıkaracağımı bildiklerinden bir iki dersten özel ders alıyordum, hani şu 3-4 kişilik gruplar falan. Bir hocam 31 aralık gününe de -ki pazara geliyordu- ders koydu. Bizimkilerin "bugünde ders mi yapılırmış" söylenmelerinin eşliğinde aldım kitapları, gittim adamın bürosuna. Bir başka dersin hocası olsa seslerini çıkartmazlardı aslında.

Şöyle bir durum var, annem kahin derecesinde bir 6. hisse sahiptir. Birkaç hafta önce aldı beni karşısına "ben bu adamdan hiç hoşlanmıyorum, bak rahatsız edecek birşeyler yapıyor mu" diye sorguya çekti. Hayır adamı görmüş etmiş değil hayatında 1 kez. Şüpheleneceği bir durum da yok bildiğim kadarıyla ortada. Anlamadım. "yok anne, ne alakası var. valla yok öyle bişi, hem bak ne diycem, sen yeni yıldan sonra gel büroya, hani durumumu falan sormak ayagına, tanış, gör adamı. İçin rahat etsin seninde" dedim. O kadar güveniyorum. Adamın yaşı diğer hocalara göre daha genç (13-14 yaş falan büyüktü bizden), hani daha gırgır, daha dilimizden anlıyor falan. O yüzdendir diye düşünüyorum annemin paranoyaklaşmasını. "Hem bak diyorum yuhh, adam evli, daha yeni bebeği var"... Diyorum ki annem rahatlasın. O yaşlarda bunların kafasına koymuş adam için evliliğin, çocuğun sivrisinek vızıltısından daha rahatsız edici olmayacağını bilemiyorsun tabi...

Bürodayız... Diğer hocaların hiçbiri o güne ders koymamışlar. Bizde 2 kişi gelmişiz. Diğer çocuk zaten problemli birşey. Babası benden 2 yaş büyük bi hatunu almış buna "bu senin yeni annen" diye getirmiş birkaç hafta önce, çocuk hıncını nereden alacağını bilemiyor. Daha dersin başında hocayla kavga ettiler, vurdu kapıyı çekti gitti bu!.. Biz kaldık mı başbaşa. Büroda yalnız olmayı bırak, apartman da ful işyeri. O gün hangi akıllı gelip açacak ki? Bütün binada yalnızız. Ortada acayip bir sessizlik var. Bir anda beynimde bir şimşek çaktı; "ya bu adam bana saldırırsa şimdi?" Hayır ortada fol yok yumurta yok, adamın öyle sarkıntılık ettiği hiç yok. Ama beni aldı bir korku. "Paltom kapıda, kitaplar içerde kaldı. Çantam yanımda ama, bi onu alır koşa koşa çıkarım, bişey olmaz" diye kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum.

İşler öyle yürümüyormuş. O yaşta, sen ne olduğunu anlamadan, hiç ummadığın bir adam sana dokunmaya başladığında her yanın taş kesiliyormuş. Beynin ışık hızıyla çalışsa da, hiç bir organına söz geçiremiyormuş. Hayır, çok ileri gidecek bir şey yap-a-madı. Öyle çok bir mahremiyeti zedeleyecek birşey de olmadı. Ama o vakte kadar bir sevgilisi bile olmamış ben, anneme birkaç hafta önce o adamı savunmak için diller döken ben, bana birşey olmaz koşar giderim kim ne yapacak diye ahkam kesen ben; o adamın o yılbaşı akşamüstü tacizine uğradım ve kaskatı kesilmek dışında hiç bir şey yapamadım.

Çocuk aklı, insan gurur yapıyor o yaşta. Gurur da değil belki de; hani ben onu anneme savunmuşum, hani hiçbirşey anlamamışım öncesinde, ve bak işte sonunda annemin dediği olmuş!.. Çıt çıkartamadım. Hiç bir şey söyleyemedim bizimkilere. O yılbaşı gecesini müthiş bir suçluluk içinde, annemin gözlerine bakamadan geçirdim. O sübyancı şerefsizin (sonrasında anladım, 18imi doldurmam için beklemiş 3 ay) yapmaya utanmadığını ben aileme söylemekten, birilerine anlatmaktan utandım. Hala da buraya yazarken utanıyorum...