Sayfalar

11 Temmuz 2010 Pazar

Yoksun

Kış olsa gerek; önlerimizde birer fincan kahve, etrafımızda yer bulmaya çalışan insanlar oturuyoruz... Ne kadar şeker atarsam atayım tadı yok kahvenin. Diğer masalarda oturanlardan daha tanıdık değilsin bana. sanki gözlerini ilk kez görüyorum ürpertiler içinde, bakışların yabancı, sözlerin yalancı... İçimde açılan koca oyukların üstünü kapatabilirmiş sandığın oradan buradan konuşmaların, kelimelere boğulmuş sessizlikten başka birşey değil. Yüzüne bile bakasım yok, köşeye ışıksızlığına aldırmadan koydukları benjamin gözüme çarpıyor... Seni dinleyip bendeki yokluğunu daha da derinleştirmekten daha az acıtıyor üstündeki yüzlerce yaprağı saymak... Sessizliğimin çığlıklarını sayılar bastırmazsa heran kaçabilirim oradan, tam hakettiğin gibi, tam nefret ettiğin gibi ve hiç yapamadığım gibi. O an aklıma geliyor, belki de hiç dönüp arkamı gidemediğim için bunca bağlandın bana. terk edilmeyeceğinin rehaveti kolayca parçalayıp savurma hakkıyla değişti ya da... Bilmezsin ki, ben giderim senin ruhun duymadan... bakışların yumuşadı, yine o bilindik rahatlık seni sardı... Ne acı, farkında bile değilsin kasırgalarımın... Sevgim yaprakların sayısında içlerine karıştı, ruhum o masadan çoktan kalkıp kaçtı... Sen artık bende yoksun..."

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Tuzluk Biberlik


dört sene kadar önce olmalı, rossonun yeni açıldığı zamanlar. sevgilim çok sevmiş, yine sevdiği yere de takıntılanmış, bir gün gitmesek ertesi gün kesin oradayız. evet ilk orada başladı...

bir gün masanın üstündeki tuzluk biberliği gördüm ve aşık oldum -canım oluyorsun işte arada sırada eşyaya, çiçeğe böceğe de. ama ille olmaz diyen varsa kısaca bayıldım diyelim-.. ince metalik ve masaya açılı duran iki zarif silindirden birini kapıp ters çevirdim, markasını okuyup direk alıcam ertesi gün!.. durum aslında çok normal, son derece de kadınca bir durum gibi görünse de ben her nasılsa hatunluğun o geninden bir şekilde mahrum olduğum için salaklık derecesinde dikkatsiz bir de üstüne unutkanımdır. çok hoşuma giden bir eşyanın kapıdan çıkmamla şeklini şemalini unutmam bir olur. tuzluk biberlik öyle olmadı işte...

hayır ertesi gün koşa koşa gidip mağazanın kapısına dayanmadım ama bir kaç gün sonra bu sefer bir başka masanın üstünde gördüğüme kapıldım, yine ters çevirip nerden bulacağıma emin olma hareketi...

işimiz gücümüz yolunda görünüyo artık, ehh bir sene de oluyo ilişkimiz. kendi annemi "amaaaann" diye susturmak kolay da, o zamanlar müstakbel görünen kayınvalide adayına bişey söylenmiyor "ehh kızım hadi hayırlısıyla yavaştan eviniz barkınız olsun artık" dedikçe. olan benim tuzlukla biberliğe oluyor, gidip bir türlü alamıyorum; alırsam kesin evlenicem şeklinde saçma bi paranoyaya dönüşüyo durum. adamı sevmediğimden değil, ilk görüşte çarpılmışım, aşığım da hala ama ikinci gününde bile tanıdığımın evlenmeyecemi biliyorum onunla.

ne o tuzlukla biberlikleri aldım ne de o adamla evlendim. ama girip çıktığım yerlerde nerde sevdiğim bi tuzluk biberlik görsem arkasını çevirip ilk fırsatta almaya niyetlendim. rastgele dolaştığım mağazalarda her şeyi es geçip tuzlukla biberliklerin nerede olduğunu farkında bile olmadan bulmak gibi bir yetenek edindim ve illa ki bir çiftine raflarda aşkımı ilan ettim. ama elim gidip birini bile kasaya götüremedim. hayatımda biri olduğunda "eyvah evlenirsem" korkusu, olmadığında "sanki sofra mı kuruyorum" sorgusu tuzluk biberlik aşkımla arama girip durdu.

işin kötü yanı bunu hatunlardan birine de bulaştırdım, kızcağız benden beter oldu. onun yelpaze fanus kadehler, kare tabakları da içerecek kadar genişti gerçi ama niyeyse tuzlukla biberlik daha bir içine oturdu. "al çık o kadar düşüneceğine, ne var bunda" değil mi? değil işte... "tuzluk biberlik = doğru adam" denklemi kuruldu zaman içerisinde. arkadaşımın ki başından, benimki az sonradan yakaladı bu abuk durumu. "hayatımı bu adamla geçirmek istiyorum" dediğim anda bu sefer de tuzlukla biberlik oldu sana aşk acısı; alsam kaç yazar, evlenemeyeceğiz şimdi de. arkadaşım da doğru adamının yanlışlığına karar vermiş zaten epeydir... sonunda hatunla alışverişlerimizde o raf kabusumuz oldu...

yakın zamanda aradım bunu, "bana bak" dedim "sevdiğimiz ilk çifti alıyoruz bundan sonra. senin şu dev kadehlerden de alalım, ne mahrum edicez kendimizi. en kötüsü dursun bi kenarda". başta hık mık, sonra tamam dedi... ama yine elimiz gitmedi... gider miydi, bilmiyorum.. dediğim gibi üstünden de pek geçmedi...

on gündür görüşememişiz, en son ben hayatımın adamına nokta konuşmasını yapmış peşinden gecenin bi yarısı "beni al ölüyorum" diye kızı aramışım. apar topar gelip, sarhoş olmaya çalışan beni alıp az daha içirip bırakmış. o da kendini bikaç gün şehir dışına atmış, kendi derdimden döndü mü diye arayamamışım. "havadisler var" diye arıyor...

çok düşünmeden, yapacak hiç birşey bulamadığımızda kolaya kaçıp gittiğimiz yere gidiyoruz. aklımdan yıldırım hızıyla düşünceler geçiyor, hangisi oldugunu söylemeye hatun resmen yüzgörümlülüğü istiyor... istediği kadar varmış...

"tuzlukla biberliği" alıyoruz diyor... mutluluktan ağlamamışım çok uzun zamandır...
"ben alıcam sana" diyorum, "sende benimkileri alırsın"...

Biten Bir Aşkın Ardından Yıllar Sonra Ağlamak


Ertelemek değildir...
Zamanında dökmeyi reddettiğin gözyaşını akıtmak hiç değildir!...
Hayatından 'güven' kavramını silmektir...

"Birden düşüyorsun aklıma, nerelerdesin şimdi kimbilir. Yoğun olmalı yine işlerin bu vakit, bir de beklenmedik işin çıktı ki... Odaya geçtiğimde gözüm beraber çektirdiğimiz resme takılıyor, son fotoğrafımız. Kaldırmıştım bir yerlere ama şu temizlikçinin son zamanlardaki marifeti, çıkartıp koyuyor her seferinde baş köşeye. bir çekmeceye atmalı aslında ama elim varmıyor... Nasılda güzelmişiz...
Kanepeme dönüyorum... Bilgisayarı kurcalıyorum, oyalanmalı biraz... "hadi" diyorum "msn spaces"daki resimleri düzenleyim, temizlenecekler gitsin artık"... Siliyorum birkaçını, diyorum yenilerden ekleyim. Yine kendimi seninle resimlerimize bakarken buluyorum. O ilk zamanlarımız, matruşkamdan aşırdıklarım, doğumgünüm, düğünler dernekler... Yok, bu da olmadı... Bırakıyorum, uzanıyorum kanepeye, uyumalıyım...
Yavaş yavaş bir gevşeklik çöküyor üzerime,bir de günlerin yoğunluğun yorgunluğu... 10 dakika uyudum mu bilmiyorum saat gibi kurulmuşcasına açılıyor gözlerim gecenin kör vakti. tv açık, hani başroldeki adamı sana benzettiğim, söylediğimde "hakkaten benziyor ya" dediğin dizi başlamış. Kaçırmışım o bölümü, izlemeye başlıyorum. Yanaklarım ıslanmaya başladığında farkediyorum desem inanır mısın ağladığımı? Durmuyor, durduramıyorum... Vakit sabaha yaklaştı, seni aklımdan atamıyorum... o esas kızla esas oğlanın aşklarını imkansız sanmalarını bir türlü anlayamıyorum, oysa herşey o kadar basit ki. Bizimki gibi değil bu dizideki...
Hava aydınlanmaya başlayacak birazdan, bırak artık beynimin içinde dansetmeyi!.. Kalkıp sözlüğe yazmak istiyorum "biten bir aşkın ardından yıllar sonra ağlamak" diye, vazgeçiyorum... O hiç bilmediğim şehirde, tek başıma bir otel odasında hıçkıra hıçkıra ağladığımdan beri ilk kez ağlıyorum, bu sefer bilmeden sebebini...
Uyandığımda bir gece öncesi gelmiyor aklıma, apar topar hastaneye rutin yetişme telaşında... Arabaya bindiğimde çalmaya başlayan telefonu arıyorum çantada, kimin aradığına bakıp bırakıcam ya da açıcam... Matruşkam... Açıyorum...
Gideceğim yere nasıl gittim, nasıl hala konuşup yürüyebildim, nasıl nefes alabildim...
Karmakarışığım, hala arapsaçı kıvamındayım. Ve hala bir öfke yok içimde, ne garip... Sadece derin bir ümitsizlik güvene dair, yazık...
Aşkı aşk gibi yaşatandın sen, aşkı hakkıyla yaşayandın... Güvendin, gözümü arkada bırakmayan... İyisiyle kötüsüyle inandırandın kendine, oyunlardan uzağımdın... Sen bu oyunu en son yapacak adamdın!..."