Sayfalar

28 Eylül 2010 Salı

SONRADAN İÇİMDE HORTLAYAN GEYŞAYI ÖLDÜRESİM VAR!

Hiç böyle huylarım yoktu; pek feministte sayılmazdım gerçi ama, hani şu adamın gözünün içine bakan hatunlardan olmadım. Akşamları basar dışarı çıkarım, kimi rahattır kimi bildiğin maço; bir dünya olay olur, baktı benle kavga edilmiyor -beceremem hiç- suratını sallar sonra alakasız bir şeylerden kıyameti kopartır falan. Ha alttan alırım, susarım o başka. Ama bildiğimi de okumaktan pek vazgeçmemişimdir. Bir de erkekleri şaşırtan başka bir durumum vardır ki -vardı demek lazım aslında- o da kızlar grubumun olmayışıdır. Tek tük iyi dostum vardır hatun, geri kalan erkek kankalar diyarı. Bu adamlarla aramda birşey olmadığını, her nedense kabul etmek istememişler, kimi gizliden kimi gayet açığından diş bilemişler, onlarla görüştüğümde sonraki bir kaç günü cehennem etmişlerdir. Dediğim gibi, her ne kadar sinirlerimi yıpratsalarda çok da değiştirdiğim söylenemez durumu(aslında ben de zormuşum sanki)...

Bunlar işin bir yönü tabi, geyşalık durumuyla çok da bir ilgisi yok. Ama tarz bu olunca öyle adama sofralar donatayım, kapılarda karşılayım, meyvesini soyup yedireyim olayları da bana yabancıydı. Kaldı ki evet, geyşalık bu da değil... anlatıcam...

Ne olduysa bir sene önce -artık araftaki bir geyşa tuttu benim bedeni mi seçti kendine, sevgilim mi çok işini bilir bir adam çıktı orasını bilmiyorum- bende bişeyler değişmeye başladı. Bir buçuk sene önce bir adamla tanıştım. Hani o ilk görüşte aşk var ya, o olay. Elim ayağım zangırdadı, bir daha nerde görürüm nasıl yaparım bilemedim. Nasıl yapma kısmı aslında burda biraz karmaşık, yazıyı bulandırmayayım. Ama çok da olur bir ilişki değildi. Üç aya yakın olmazlandım, kimi zaman (aşığım ya) bırakıverdim kendimi, ama çoğunda "yok ıhh ıhh, bu iş yürümez en iyisi hiç başlamasın" dedim, çarptım kapıyı suratına gittim.

Olmadı, ne tamamen uzaklaşabildim ne vazgeçebildim. Başlarım olmazlara, ben bu adamı yaşayacağım dedim...
Ahh, iyi ki de demişim. O ilk zamanlar hayatımın şaşkınlıklarını yaşıyordum. Hiç tanımadığım bir erkek tipi adam, "senin ordayım uğrayım" diye arar, yok derim iş yetiştiriyorum sonra... "olmaz, özledim kısacık geliyorum" diye dayanır kapıya. Hayır kendimi naza çekme huyum yok, ama iş de beklemiyor bazen. Bu gelir yanıma oturur, kahvesini alır. Ben çalışırım o izler, sonra öper kucaklar gider. Başka zaman gelir, saatlerce bilgisayar başında oturup çizmekten sırtımın muhtelif yerleri bana sancı yoluyla can çekiştirmektedir, uzanırım kanepeye. Agrılarım geçene kadar masaj yapar, "hadi sen çalışmaya devam" der gider. O zamana kadar hiç şaşmadı, ne zaman sevgilim sıfatını taşıyan adamla 4 duvar arasında yalnız kalsak adamlar fırsat bu fırsat diyip üstüme atladı. Alışmamışım böyle adama ki, bana bi tuhaf geliyor.

Neyse böyle böyle başladı bizim hikayemiz. Giderek tanıdım, daha da tanıdıkça hala arada şaşırıyorum huyuna suyuna. Ben bu kadar yumuşacık, insanlara sevgiyle bakan, şu yaşına gelip hala içine kötülük girmemiş birini tanımadım, ne kadın ne erkek.

Haliyle öyle tartışmalarımız, kıskançlık krizlerimiz(en azından onun, ben ara ara az çıldırmadım çünkü) falan olmadı. Peki noldu? Ben ne zaman bir erkek kankamla çıksam bir iki saat geçmeden bu arayıp "hadi özledim gelip seni alıyorum" diye kaçırdı beni olay yerinden. Baktım adam ne surat asıyor, ne bişi diyor kıyamadım. Herhalde dedim söyleyemiyor ama rahatsız durumdan, amaan canım nolcak ben de eskisi kadar görüşmeyivereyim... Verdiğim ilk taviz bu oldu...

Bir iki kez uyur uyanık uzanmışken sırtını kaşımışım, adam ilk ona alıştı. Hani benim kronik sırt ağrılarıma kıyamaz, masaj falan yapardı demiştim ya; ben yine kıyamadım bi sefer de ben yapayım bari eşek olmayım dedim bunun omzu ağrıyınca. Yapış o yapış. Yok adam allahı var şimdiye kadar hadi bana şunu yap, hadi bunu pişir demişliği yok. Ama bana oldu olanlar, baktım masajı seviyo, adamın haftanın en az 2 günü masözü haline geldim. Hayır öyle sırt omuz falan değil, ayaklarına kadar bildiğin masaj... Yemeklerden konuşuluyo olsa, arada bu da "aaa bende çok severim" dese ben koşa koşa git, öğren, yap, yedir. Yahu nasıl bir kadın kocasının-sevgilisinin banyodaki kılını saçını toplamaktan keyif alır hale gelir? Biri bana bunu anlatsın susucam. Sıkıldım saçımın renginden, aylardır değiştireyim diyorum, sevgilim istemiyor. Eskiden olsa adamın nefret ettiği renk bile olsa canım istiyosa gider boyatırdım direk...

Tabi beni çileden çıkartanların hiç birisi bunlar olmadı... Doğumgünüydü... Bu ara para yok, pul yok ikimizde de. Zaten akşama da gidilmesi gereken başka bi yer var. Dedim ben buna güzel bi yemek hazırlayım, sonrasına da bakarız. İşten erken çıktım eve gittim, başladım hazırlığa. Ertesi gün de ofiste devam ettim, bi kısmını da orda pişirdim. Mumlu şaraplı bir yemek hazırladım. Ve o tuzluk biberliği çıkarttım paketinden... Geldi... Hesapta yemeğimizi yiyeceğiz, sonra gidilecek yere birlikte gidip sonrasında da başbaşa kalırız diyorum. Yemeği yerken "ya dedi işte bilmemkimler var, rahat edemiycez". hayır bende zaten hiç hazetmiyorum, başka zaman olsa mümkün değil gitmem. ama adamın doğum günü!.. Bu da sen gelmeye getiriyo durumu, benim şalter attı. Neyse topladım sofrayı.. İçeri gittim, pastasını getiricem. Zır telefon. E kutlayacak tabi eş dost doğumgününü de, adam kapatmak bilmedi ki. Pastanın mumları yarısına kadar kendi kendine yandı zaten. Tam üfledi, zırr başka telefon -ki o arayanı elime geçirsem yolmaktan beter edicem-.. Bu kapattığında ben artık ağladım ağlayacaktım... Geldi pastayı elleriyle yedirdi bana falan.. sarıldı.. Hatta iki boynumu ovdu, senin yine ağrımıştır diye. Sonra hadi dedi sende doğumgünü çocuğuna. Bana bak dedim, yürü git zaten sinirliyim... Sarıldı bu yine, bi süre kaldık öyle... Sonra baktım ben sırtını kaşıyorum, bu mırıldıyo.. Az da ovaladım falan... "Bebeğim" dedi, "Sen önceki hayatında kesin geyşaymışın"... Orada itekledim, "hadi dedim git işine. naaptın bana anlamadım zaten, senden önceki adamların hiç mi canı yoktu, parmağımı kıpırdatmadım hiçbirine. zaten saçlarımı da boyatmıyorsun".. Son cümlede saçmalamasaydım belki daha iyi olurdu ama bilememişim işte ne diyeceğimi...
Bırakmasını istemedim beni, onu gönderdim bulaşıkları toplayacağım ayağına...
Gitti...
Bizde tuzluk biberliğimle bakıştık...

17 Eylül 2010 Cuma

MASALLAR… KURBAĞALAR… PRENSLER…


Şu minicik çocuklara anlatılan masalların değiştirilmesi ya da ne bileyim, en azından güncellenmesi falan lazım. Agu gugu devresini atlatıp, az konuşup dinlemeye başlayacak kıvama geldikleri zaman ninniden masala terfi ediliyor ve gariplerin bundan sonra uzunca bir zaman körü körüne inanacakları hayaller bilinç altlarına yerleştirilmeye başlanıyor (of ya niye böyle araştırma yazısı gibi başladı bu ben de anlamadım) sen istediğin kadar anlatırken “masal bu ya” lafını araya sokuştur, inanır mı? Sen anlatıyorsun aynı masalı defalarca, televizyonda gidip çizgi filmini falan izliyor, sonra az büyüyünce okumayı sevsin diye ilk aldığın kitaplar yine pamuk prenses, kül kedisi, kurbağa prens oluyor; çocuğun ruhuna işliyor. Kız geliyor 20lerine, hala muhabbet “beyaz atlı prens”ten öteye gitmiyor. Gitmezde…
Misal ben… 20leri atlatalı da oldu işin aslı epeyce. Ama geçenlerde bir akşam arkadaşlarla deniz kenarında içkilerimizi yudumlarken yanımızda zıplayan bir kurbağaya “aaa eski sevgilim” diyince bu masalların beynimizin içindeki despotluğu bir kere daha acaba dedirtti bana.
Tamam açıklıyorum; benim öptüğüm her prens kurbağaya dönüştü. Oysa ilk gördüğümde her birinin atı çamaşır suyunda günlerce bekletilmişçesine bembeyazdı! E iyi de masal böyle değildi? Bir keresinde dedim bende bir terslik var, zaten ben kurbağayı öpücem, o prens olacak. Hadi dedim onu deneyeyim. Israrla yanımda zıplayıp duran kurbağayı öpüverdim, tık yok! Bi daha denedim, ı ıhhh… yok ama bende de inat var, dedim büyü kesin sağlam yapılmış, ama nasılsa geçecek. Azmin elinden bişi kurtulmaz, birden adam hoop oluverdi sana prens. Ha yakışıklı prens demiyorum ama prens işte… tabi bunda belki de benim senelerce canıma okumasınında payı vardır, malum kadınlar olarak –dönem dönemde olsa hepimiz böyle bir adama tutulmuşuzdur, herkes itiraf etsin- ağzımıza salıncak kuran erkeklerden çok hoşlanırız ya!.. O bana ayarı verdikçe ben bi tutul, bi büyüt gözünde… Neyse… sonunda durum anlaşıldı zaten, meğer kurbağada malum cadıya ters büyü yaptırmış, prensliği geçiciymiş. Döndü eski kurbağa haline, hala vıraklar durur arada…
Ama bana ders oldu, en azından artık kül kedisine inanmıyorum. O masalda ters yazılmış. Sen annenin evinde el bebek gül bebek büyü, yakışıklı prens gelsin alsın seni, atsın atının terkisine. Sonra git evi barkı, şöminenin küllerini temizle. Niye? Adama 3 kuruş temizlikçi kadın parası çok gelecek çünkü!..
PS1: bi tek Çizmeli Kediye laf yok masallar içinde :)
PS2: saçlarımı uçlarından 2 cm de kestirsem 2 hafta kendime gelemememin sebebi rapunzel olabilir mi?
PS3: geçenlerde kurbağa prensin son animasyon filmini bulmuştum bi yerlerden, gidip onu seyredeyim şimdi..

12 Eylül 2010 Pazar

BİTEN BİR AŞKIN PEŞİNDEN ANNENE SARILIP AĞLAMAK


ikinizde yaş-lan/al-dıkça zorlaşandır...

karşılıklı kıyamayışlardır artık birbirine, o senin canının yanmasına kanar, sen onu daha da üzmemek için içine kanarsın... numaralarda da ustalaşmışsındır nasılsa, birbirinden güzel maskelerin vardır, takarsın duruma göre nasılsa değiştire değiştire... sormasın istersin sadece, sussun, ancak o zaman özenle yaptığın makyajının gözlerinden akacağını bilirsin... sormasın, anlatacaklarını artık anlayamayacaktır nasılsa, daha da üzülmesin...

"insan ağlamayı bile özlermiş, sarıldığın annen olduğunda. ilk ayrılığımdaki ağlama krizini hatırlıyorum yalnızca şu anda; telefonu kapatmış ve durduramadığım bir ağlamaya başlamışım. gelmiş sarılmış, dinmemiş, yanagımı tokatlamış, tekrar sarılmış. o zaman gelmişim kendime, giderek yavaşlamış gözümden dökülenlerin hızı... biraz daha sakinleştiğimde oturmuşuz karşılıklı koltuklara, sigara paketini uzatmış 'hadi yak bir tane'. o zamanlar sigara içtiğimden şüpheleniyor ama bilmiyor daha, gözlerine bakmadan almışım, tüttürmüşüz karşılklı. 20 yaşımda falan olmalıyım o ara, o gece annem olmasa nasıl geçerdi hala bilmem...
yok, hiç kolay aşkım olmadı benim de -gerçi kim der öylesine sıradandı işte diye- zaman geçtikçe daha bir dolanıyor herşey sanki. karmaşıklaşıyor, anlatmak zorlaşıyor. aşkla büyümek, annenle arandakileri kopartıyor..."

8 Eylül 2010 Çarşamba

Doğru Yer, Doğru Zaman, Doğru İnsan...


kinder süpriz yumurtaymışcasına tanımlanan aşk tarifi; ama çok üzgünüm, yok öyle bir şey. gidip de "hem eğlenceli bişi istiyorum, hem oyuncak, hemdeeee çikolataaa" dediğin zaman şımarıkça kimse arkasında sakladığı o doğruların üçünü birden veremez sana bir kapsülde.

biri çıktı karşına diyelim; hani çıkmaz sandıklarından, ya da "öyle birine rastlasam hayatta bırakmam" beylik cümlelerini kurduklarından. bir de üstüne öyle bir zaman ki, etrafına gören gözlerle baktığın, teğet geçip ıskalamadığın. dogru yer mi değildi? nerden biliyorsun ki, orada olmasa belki sittin sene tanışamayacaktın o adam/kadınla!

hadi diyelim yer müsait, insan yine doğru kişi. ama zamanlama boktan, ne olmuş? çok mu zor az biraz ileri sarmak vakti, akrep ve yelkovanıyla aldatmak saati? birkaç ajanda değiştirdikten sonra hayıflanmak mı daha iyi dersin; ve o çok dogru dediğin yerde sızlamayacak mı bundan sonra burnunun direği?

yerine de başlıycam artık zamanına da! doğru olanı buldun da gerisi kaldı.
bıraksana; her şeyi boşverip yaşayacaksın dibine kadar o insanı!...